"Bugünkü iç siyasal görünümüyle Mısır tam bir ölüdür; hele hele, Müslüman ve Hıristiyan alemleri arasındaki gitgide derinleşen uçurumu da göz önüne alırsak, bu daha da doğrudur. Mısır'ı farklı coğrafi bölgelere ayırmak, İsrail'in 1980'lerde batı cephesinde güttüğü başlıca siyasi hedefidir." (Kivunim, Oded Yinon, Şubat 1982, sayı 14)
Sedat'ın Mısır'ı yeniden Faruk dönemindeki "yeni sömürge" konumuna döndürmesine karşılık, Sina Yarımadası ödül olarak bu ülkeye geri verilmişti. Ne var ki, İsrail'in gözünde bu pek de kalıcı bir durum değil: "İsrail uzun vadede, ekonomik açıdan olsun, enerji rezervi olarak olsun, stratejik öneme sahip olan Sina üzerinde denetimi yeniden sağlamak için doğrudan veya dolaylı harekete geçmek zorunda kalacaktır. Mısır içteki sorunları nedeniyle askeri stratejik bir sorun yaratmamaktadır. Dolayısıyla, 1967 Savaşı sonrasındaki yerine itilebilir." (Kivunim, Oded Yinon, Şubat 1982, sayı 14)
Yinon, yazısının devamında Mısır'ın nasıl bölüneceğini anlatırken, bu olayın gerçekleşmesinin Kuzey Afrika'da bir domino etkisi yaratacağını belirtiyor:
"Mısır birden çok iktidar odağına bölünmüştür. Eğer Mısır parçalanırsa, Libya, Sudan ve hatta daha uzaktaki devletler de bugünkü biçimleriyle varlıklarını sürdürmeyip Mısır'ı izleyeceklerdir. Yukarı Mısır'da, çok sınırlı güce sahip ve merkezi hükümetten yoksun birtakım zayıf devletlerin yanıbaşında kurulacak bir Hıristiyan Kopt Devleti tasarısı, ancak barış anlaşması ile ertelenebilen, fakat uzun vadede kaçınılmaz görünen bir tarihsel gelişmenin anahtarıdır. Bugün Müslüman Arap dünyasındaki en parçalanmış devlet olan Sudan, birbirine düşman dört gruptan oluşur: Arap olmayan Afrikalılar, putperestler, Hıristiyanlar ve bunların oluşturduğu çoğunluk üzerinde azınlık egemenliği kurmuş olan Sünni Müslüman Araplar. Öte yandan Mısır'da, ülke genelinde çoğunluğu oluşturan Sünni Müslümanlara karşılık, Yukarı Mısır'da güçlü olan yedi milyonluk Hıristiyan azınlık bulunmaktadır. Bunların hepsi kendi devletlerini kurmak isteyeceklerdir ve bununla da Mısır ikinci bir Hıristiyan Lübnan gibi olacaktır."
Bu arada, İsrail'in Mısır üzerindeki hesaplarının bir bölümü de Etiyopya'daki Nil'in suyunu kesecek olan baraj projesiyle sürüyor.
İsrail İçin Kısa Vadeli Bir Hedef: Ürdün
İsrail, bugün kontrol altında tuttuğu Ürdün'ü kısa zamanda parçalayabileceğini düşünüyor. Zamanı geldiğinde Ürdün'ü ele geçirmek için, ülkede azımsanmayacak bir nüfusa sahip Filistinlileri kullanmayı hesaplıyor. İsrail'e göre Filistinliler, ülkedeki siyasi otoriteye karşı ayaklandırılacak, hatta iktidara geçirilecekler. Bu sırada İsrail devreye girecek ve klasik metodlarıyla Ürdün'ü topraklarına katacak:"Ürdün, uzun vadede değil ama, kısa vadede yakın bir stratejik hedeftir. Ürdün'ün bugünkü yapısıyla uzun süre var olabilmesi mümkün değildir ve İsrail'in politikası da, savaşta ve barışta Ürdün'ün bugünkü rejiminin tasfiye edilip, iktidarın Filistinli çoğunluğa devredilmesine yönelik olarak işletilmelidir." (Kivunim, Oded Yinon, Ocak 1982, sayı 14)
Anlaşılan İsrail, Ürdün'e pek sadık değil, zamanı gelince onu da tasviye etme düşüncesinde...
"Ürdün'deki Haşimi Monarşisi, çöl ortasındaki çok sınırlı kaynaklarıyla, Suudi parasına ve ABD-İsrail askeri şemsiyesine bağımlılığıyla hiç de kendi başına egemen değildir. Öte yandan, kamplarda yaşayan Filistinli çoğunluğun üzerinde kurduğu yönetim biçimi, bütün devlet hizmetlerini görenler onlar oldukları halde, alabildiğine zalimcedir. Filistinlilerin siyasi söz hakları yoktur ve İsrailliler tarafından Batı Şeria ve Gazze'den bir kez atıldıktan sonra, artık her gün Ürdün polisi tarafından çağrılarak huzursuz edilirler." (Siyonizmin Gizli Tarihi, Ralph Schoenman, sf.113)
Ürdün'deki Haşimi rejiminin devrilmesi, Siyonist lider Jabotinsky'nin 'nüfus transferi' olarak adlandırıldığı politikadan yola çıkarak hazırlanmıştır.
"Şeria Nehri'nin doğusundaki rejimi değiştirmek, batısında Arapların yoğun olarak yaşadığı bölgelerdeki sorunların çözümünü de sağlayacaktır. İster savaşta, ister barışta, bölgelerden göç ile bölgelerdeki ekonomi ve doğum ölüm oranlarındaki durgunluk, nehrin her iki yakasında da ortaya çıkmakta olan değişimin güvencesidir ve bizler de bu süreci en yakın gelecekte hızlandırmak için çalışmalıyız. Özerklik planı ya da başka her türlü uzlaşma veya bölgelerin paylaşılmasında olduğu gibi reddedilmelidir, çünkü bu ülkede şimdi olduğu gibi iki ulusu birbirinden ayırmadan, yani Arapları Ürdün'e, Yahudileri de nehrin batısındaki bölgelere göndermeden var olmayı sürdürmek mümkün değildir." (The Zionist Plan For The Middle East, Israel Şahak, sf.10)
İsrail'in Vazgeçmeyeceği Hedefi: İşgal
"1950'lerde, Arap devletlerinde sömürgeye karşı başkaldırı başlayınca, İsrail bu sorun için jeopolitik bir strateji belirledi. Bu strateji doğrultusunda; Lübnan'daki Falanjistlerle, Yemen'deki kralcılarla, Güney Sudan'daki direnişçilerle ve Irak'taki Kürtlerle ilişkiler kuruldu. Ortadoğu'da Maruniler, Dürziler, Kürtler gibi Arap ya da Müslüman olmayan gruplar, politik bağımsızlıklarını kazanmak için İsrail'le dostluk kurmaları gerektiğine inandırıldı. Bu yaklaşım İsrail'in Ortadoğu politikasının temelini oluşturdu." (The Israeli Connection, Benjamin-Beit Hallahmi, sf. 8)Yüzbaşı rütbesini taşıyan bir haham, Lübnan'ın işgali ile ilgili olarak, 5 Temmuz 1982 tarihli Ha'aretz gazetesine şu açıklamayı yapıyor: "Bu savaşı ve bizim burada oluşumuzu doğrulayan Kitab-ı Mukaddes'in asıl kaynaklarını hatırdan çıkarmamak zorundayız. Burada bulunuşumuz bir Yahudi olarak görevimizi yerine getirmek içindir." (Siyonizm Dosyası, Roger Garaudy, sf.101) |
"Bu stratejiden çıkan sonuç, Siyonist hareket için herşeyin bir zaman tablosu üzerinde yazılı olduğu, her bölgenin fetih için işaretlendiği ve bir fırsat hedefi olarak kabul edildiği, ancak bu arada uygun güçler dengesi, ani ve yararlı sonuçlar sağlayacak bir savaş durumu beklendiğidir." (Siyonizmin Gizli Tarihi, Ralph Schoenman, sf. 109)
İsrail Ortadoğu'daki stratejisinin devamı için gereken kaos ortamını bölgede Mossad'a çalışan liderler sayesinde devamlı olarak canlı tutabilmektedir. Kaos ortamı, bölgedeki diğer ülkelerin de, Irak ve Lübnan örneklerindeki gibi etnik ve dini farklılıklara göre ayrılması için daha kolay senaryolar oluşturmasını sağlayacaktır. İzlenen stratejinin birinci aşaması sona erdiğinde, Ortadoğu'da, ekonomik olarak zayıf, politik olarak dışardan güdüme açık, daha çok nüfuz alanı niteliğindeki birçok ülke ortaya çıkmış olacaktır.
Tüm bunlar olurken, bir yandan da İsrail'in bölge ülkelerine oranla kat kat büyük olan silahlı kuvvetlerinin gücü daha da artırılıyor:
"İsrail'in kısa ve orta menzilli olmak üzere en az 100 tane nükleer silahı ve iki nükleer reaktörü var. Birincisi Nahal Soreq'te IRR-1, diğeri Dimona'daki IRR-2. Özellikle Dimona'daki reaktör İsrail'in askeri nükleer programının kaynağıdır." (L'Evenement du Jeudi, 7-13 Ocak 1993)
İsrail'in bu denli yoğun bir şekilde silahlanması, izlediği stratejinin ikinci aşamasının daha kolay gerçekleşebilmesi içindir. Bu aşamada bir devletçikler mozaiği görünümünü almış bölge, yeni bir senaryoyla, İsrail tarafından kolaylıkla yutulacaktır. İsrail'in bu düşüncesi eski Dış İşleri Bakanı şimdiki Başbakanı Ariel Şaron tarafından şu şekilde dile getirilmişti:
"İsrail süper bir askeri kuvvettir. Avrupa'nın bütün kuvvetleri biraraya gelse, bize ulaşamazlar. İsrail bir hafta içinde Hartum'dan Bağdat'a ve Cezayir'e kadar uzanan bölgeyi ele geçirebilir." (Yediot Aharanot, 26 Temmuz 1973)
Son operasyonu tamamladığı zaman İsrail, Ortadoğu'da Tevrat'ta da vadedilen Kutsal Toprakları işgal etmiş olacaktır.
"Aslında gerçekte ne kuzeydeki Dan, ne de güneydeki Beersheba, ne doğuda Ürdün ne de batıdaki Kenan ve Pelesketh toprağımızın tam sınırlarını çizmiyor. Büyük Fırat, Uzakdoğu'ya uzanan büyük çöl, iki sıcak körfeziyle Kızıldeniz, muhteşem Akdeniz, sürekli çizgileriyle Lübnan ve Hermon, bunlar Büyük Filistin'imizin topraklarıdır. Yürüyerek doğuya doğru 40 günden ve batıya doğru 30 günden az zamanda gidilmesi mümkün olmayan, 1 milyon kilometre kadar, Almanya'nın 1.5 katı İspanya ve Fransa'nın toplam yüzölçümü kadar." (A Zionist Primer, Sundel Doniger, sf.67)
Bu noktada İsrail'in stratejisinin, etnik kökenlere dayanan ayrılık ve çatışmalar olduğu açık bir şekilde ortada. Bu kaçınılmaz sondan Ortadoğu'yu kurtarabilecek tek çare ise ırk, kabile, aşiret gibi ilkel kimliklerden sıyrılıp, birleştirici bir düşünce sistemine sarılmak olabilir. İslam ahlakı altında canlandırılabilecek bir yapı ancak, İsrail'in, yayılmacı amaçlarına karşı koyabilir.
Bu gerçeğin İsrail de farkında. O yüzden bir asırdır bölge, ırkçı liderlerden geçilmiyor! Arap ırkçılığı ile başlatılan parçalanma, daha da küçük birimlere indiriliyor. Bölge toplumlarına, İslam ahlakı yerine, Mossad'a çalışan Arap liderlerinin şoven ideolojileri kabul ettiriliyor. Bunun sonucunda kültürsüz, yoz kitleler kolayca yönlendiriliyor.
Önemli olan, her gün adım adım ilerleyen bu planı görebilmek. Osmanlı'nın parçalanırken yapılan gizli planları, menfaat peşinde koşan liderleri, partileri, provokasyon ve ajitasyonları, şimdi, yani aradan 80 yıl geçtikten sonra görebiliyoruz. Ama ya günümüzde olanlar?
Hele çok yakınımızda gelişen bir olay, Güneydoğu sorunu. İsrail, diğer Ortadoğu ülkelerini parçalarken, Kutsal Topraklarına dahil olarak kabul ettiği Güneydoğu Anadolu'da boş durmuyor elbette.
"... İsrail Savunma Bakanı'nın özellikle 'Türkiye bizim ilgi alanımıza girer' sözü, İsrail'in emperyalist emellerinin bir belirtisi olarak görülmekte, bu ülkenin yayılmacı ve saldırgan tutumunu bir kez daha ortaya koymaktadır. Bu durum İsrail'in Ortadoğu'da barışı istemediğinin de bir belirtisidir." (Hayat, 13 Eylül 1982)
Ortadoğu için tek çözüm etnik kimlikleri gözetmeden İslam'ın birleştirici, bütünleştirici ruhuna dayalı olarak kurulacak bir birliktir. Bu, İsrail'i işgal altındaki topraklardan çekilmesi için ikna edecek bir yaptırım meydana getirecektir. Böylece, bölgede 50 yıldır akan kan duracak ve gerçek bir barış kurulacaktır.
Kuşkusuz İsrail'in var olma hakkı vardır. İsrailli Yahudilerin, atalarının topraklarında bugün de özgürce yaşama ve ibadet etme hakkı saklıdır. Bunlara saygı duyuyoruz. Sorun, İsrail'i yöneten Siyonist anlayışın, tüm Filistin'e egemen olmak istemesi, Filistin'deki (ve hatta diğer Arap ülkelerindeki) Müslümanların haklarını göz ardı etmesidir.
Buna dur denmesi için adil bir barışın yapılması, adil bir barışın yapılabilmesi içinse bunu taraflara empoze edecek üst bir iradenin var olması gerekir. Osmanlı'nın asırlar boyu Ortadoğu'ya sağladığı "Pax Ottomana"nın sırrı budur.
Barışa gidecek yolun bir diğer şartı ise, tarafların radikalizmden vazgeçmesi, aklı selim ile hareket etmesidir. Gerek İsrail'in acımasız işgal politikası, gerekse bazı radikal Filistinlilerin sivil İsraillilere karşı gerçekleştirdiği hunhar terör eylemleri yanlıştır.
Gerçekte aynı Allah'a inanan, aynı peygamberleri seven, aynı ahlaki değerlere sahip olan Yahudiler ile Müslümanlar arasında bir çatışma olması çarpık bir durumdur. Filistin'de savaşan her iki taraf da bu gerçeği daha iyi düşünür ve kavrar ise, barışa giden yoldaki en önemli adımı atmış olacaklardır. İsrailliler, Müslümanları, 3 bin yıl önce Filistin'de yaşayan barbar putperest kavimlerden (örneğin Amelek'ten) söz eden Tevrat pasajlarına göre yorumlamak yanılgısından kurtulmalı, bunun yerine yine Tevrat'ta geçen, barışı, dostluğu ve uzlaşmayı öven pasajlara göre hareket etmelidirler. Müslümanlar ise, Allah'ın aşağıdaki hükmüne büyük özen göstermeli, İsrail'in yapmış olduğu tüm tecavüzlere karşı savunmasız insanlara saldırmak gibi bir adaletsizliğe başvurmamalıdırlar:
Ey iman edenler, adil şahidler olarak, Allah için, hakkı ayakta tutun. Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletten alıkoymasın. Adalet yapın. O, takvaya daha yakındır. Allah'tan korkup-sakının. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızdan haberi olandır. (Maide Suresi, 8)
İsrailllere Çağrı
Ortadoğu bir kez daha İsrailliler ile Müslümanlar arasındaki çatışmalara sahne oluyor. İsrail ordusu, Filistinli sivillerin yerleşim birimlerini acımasızca bombalıyor, çocuklara ateş açıyor, Filistin'i yaşanmaz hale getirmeye çalışıyor. Filistinli bazı radikaller ise, İsrail'in sivil halkını hedef alıyor, masum çocukları veya kadınları hedef alan korkunç intihar saldırıları ile dehşet saçıyorlar. Müslümanlar olarak bizim temennimiz, her iki tarafın da öfkesinin ve nefretinin dinmesi, akan kanların durması ve Ortadoğu'ya barış gelmesidir. İsraillilerin masum insanları vurmasına da, bazı radikal Filistinlilerin teröre başvurarak masum İsraillileri bombalamasına da karşıyız.Bu temel prensip üzerine, İsraillilere (ve tüm Yahudilere) çağrıda bulunuyoruz:
1) Müslümanlar ve Yahudiler, tüm evrenin ve canlıların Yaratıcısı olan tek bir Allah'a inanmaktadırlar. Hepimiz Allah'ın kullarıyız ve O'na döneceğiz. O halde neden birbirimize düşman olalım? İnandığımız kutsal kitaplar birbirinden farklıdır; ama hepimiz o kitaplara Allah'ın vahyi olduğuna inandığımız için uyuyoruz. O halde neden birbirimize cephe alalım?
2) İsrailliler Müslümanlar yerine, ateist veya putperest insanlarla mı birarada yaşamayı tercih ederlerdi? Kitab-ı Mukaddes, putperestlerin Yahudilere yaptıkları korkunç zulümleri anlatan pasajlarla doludur. Ateist ve dinsizlerin (örneğin Nazilerin, antisemit ırkçıların veya Stalin Rusyası gibi komünist rejimlerin) Yahudilere uyguladıkları korkunç soykırım ve zulümler de ortadadır. Söz konusu dinsiz güçler, Yahudilerden Allah'a inandıkları için nefret etmişler ve bu yüzden onlara zulmetmişlerdir. Hem Müslümanlara hem de Yahudilere düşman olan söz konusu ateist, komünist veya ırkçı güçlere karşı, iki dinin mensupları aynı safta değiller midir?
3) Müslümanlar ve Yahudiler, aynı peygamberleri sevmekte ve saymaktadırlar. Hz. İbrahim, Hz. İshak, Hz. Yusuf, Hz. Musa veya Hz. Davud Yahudiler için ne kadar önemli ise, Müslümanlar için de o kadar önemlidir. Bu mübarek insanların üzerinde yaşadıkları ve Allah'a hizmet ettikleri topraklar, Yahudiler için ne kadar kutsal ise, Müslümanlar için de o kadar kutsaldır. O halde neden bu toprakları gözyaşına ve kana boğalım?
4) İsrail'in temel değerleri biz Müslümanlar için de kutsaldır. "İsrail" kelimesi, Kuran'da övgüyle anlatılan ve tüm Müslümanların saygıyla andıkları Hz. Yakub'un ismidir. Hz. Davud'un altı köşeli yıldızı, bizim için de bir peygamber sembolüdür. Sinagoglar, Kuran'a göre Müslümanların koruması gereken ibadethanelerdir. (Hac Suresi, 40) Şu halde iki dinin mensupları, neden birarada ve barış içinde yaşamasınlar?
5) Tevrat Yahudilere yeryüzünde toprak işgal etmeyi ve kan dökmeyi değil, barış ve huzur sağlamayı emretmektedir. İsrail soyu "milletler üzerine bir ışık" olarak tarif edilmektedir. Haham Dovi Weiss'in dediği gibi;
Sonsuz Kudret Sahibi Allah, Yahudi halkına, dünyanın üstündeki tüm insanlarla ve uluslarla barış içinde yaşamayı emretmiştir. Bizim görevimiz kolaydır: Her zaman için Yaratıcıya mütevazice kulluk etmek. Tevrat'a inanan Yahudiler olarak, hangi insan veya insan grubu acı çekerse, onlara merhamet hissetmek ve göstermekle sorumluyuz. (http://www.netureikarta.org/speeches.htm)
Eğer İsrailliler Filistinlilere bugün davrandıkları gibi davranmaya devam ederlerse, bunun hesabını Allah'a veremeyebilirler. Masum sivil İsraillileri öldüren Filistinliler de, bu cinayetlerinin hesabını veremeyebilirler. Her iki tarafı da şeytani bir şiddete sürükleyen bu çatışmalara bir son vermek, Allah'ın rızasının gereği değil midir?
Yahudileri tüm bu gerçekler üzerinde düşünmeye davet ediyoruz. Allah biz Müslümanlara, Yahudileri ve Hıristiyanları "ortak bir kelimeye" davet etmeyi emretmiştir:
De ki: "Ey Kitap Ehli, bizimle sizin aranızda müşterek bir kelimeye gelin. Allah'tan başkasına kulluk etmeyelim, O'na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah'ı bırakıp bir kısmımız bir kısmımızı Rabler edinmeyelim. (Al-i İmran Suresi, 64)
Bizim, Kitap Ehli olan Yahudilere çağrımız da budur: Allah'a iman eden ve O'nun vahyine itaat eden insanlar olarak, gelin ortak bir "iman" kelimesinde birleşelim. Hepimiz Yaratıcımız ve Rabbimiz olan Allah'ı sevelim. O'nun emirlerine uyal?m. Ve Allah'ın bizi daha da doğruya eriştirmesi için dua edelim. Birbirimize ve yeryüzüne husumet, gözyaşı ve kan değil, sevgi, merhamet ve barış getirelim.Filistin sorununun ve dünyadaki daha diğer pek çok kavganın çözümü burada yatmaktadır. Gelin, hep birlikte bu çözüme ulaşalım. Öldürülen ve acı çeken bunca masum insan, bunun son derece acil bir görev olduğunu her gün bize hatırlatan bir işarettir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder